HİKAYELER

HİKAYELE

KELEBEK

Biri kelebek kozasına bakıyordu. Bir gün kozadan küçük bir açıklık belirdi. Oturdu ve vücudunu o küçük delikten geçirmeye çalışan kelebeği saatlerce izledi.

Adam, kelebeğin oraya sıkıştığını sandı. Çünkü herhangi bir ilerleme kaydetmiyordu. 

Adam kelebeğe yardım etmeye karar verdi. Bir makas aldı ve kalan kozayı keserek açtı. Kelebek daha sonra şişmiş bir gövdeye ve küçük, buruşuk kanatlara sahip olmasına rağmen, uçamayıp oracığa yığıldı.

Adam düşüncesizdi. Orada oturdu ve kanatların kelebeği desteklemek için genişlemesini bekledi; ama bu gerçekleşmedi. Kelebek, hayatının geri kalanını uçamadan, minik kanatları ve şişmiş bir gövdeyle sürünerek geçirdi.

Adamın iyi kalpliliğine rağmen, kelebeğin küçük açıklıktan geçmek için ihtiyaç duyduğu kısıtlayıcı kozayı ve mücadelesini anlamadı; Oysa kelebeğin kozadan çıkma mücadelesi, kozadan çıktıktan sonra kendini uçmaya hazırlamak için Allah’ın kelebeğin vücudundan sıvıyı kanatlarına akıtma yoluydu.

BALONCU HİKAYESİ

Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu. Onu hayrete düşüren şey, “Bizim eve bile sığmaz” dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi.

Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı ve bütün cesaretini toplayarak:

– Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı. Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra:

– Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle.

– Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak.

– Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim.

Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı.

Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken, baloncu ona doğru dönerek:

– Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm.

Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara ulaştığında bir müddet onları seyretti ve dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adama dönerek:

– Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o? Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:

– Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al.

Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:

“Olsun”, diye mırıldandı. “Olsun.” Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık…

 

Hayatakarken, bir balon bile çocuğa ne büyük sevinçler yaşatabilirken, sadece paranın derdinde olan büyüklerin kalbi hak yiyecek kadar acımasızlıkla doludur.

 

ANLAMLI SÖZLER

1.

  • Acı çekmeden mutlu olunmaz, mutlu iken de acılardan kaçınılmaz.

.

2.

Sözünü tartmadan söyleyen, aldığı cevaptan incinmesin. Mevlana

3.

En büyük emanet sahibi Allah’tır. Kim sevdiklerini Allah’a emanet ederse onları görmeden ölmezmiş. Allah’a emanet ol..

4.

Kendini hak ile meşgul etmeyenler batıl ile işgal edilmeye mahkumdur..

5.

Dertsiz dua soğuktur. Dertliyken yapılan dua gönülden kopar.

6.

Gerek yok her sözü laf ile beyana. Bir bakış bin söz eder, bakıştan anlayana..

HER İŞTE BİR HAYIR VAR

Afrika’nın uzak bir ülkesinde bir zamanlar hüküm süren bir kral vardı. Kralın çocukluktan beri birlikte büyüdüğü hiç yanından ayırmadığı bir dostu vardı. Bu dostu iyi veya kötü her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:

– Bu işte de bir hayır var!

Bir gün kralla dostu ava çıktılar. Kralın dostu tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir hata yaptı. Kral da ateş ederken tüfek geriye doğru patladı. Kralın başparmağı koptu. Kral acı içindeyken dostu her zamanki sözünü söyledi:

– Her şeyde bunda da bir hayır var!

Kral öfkeyle bağırdı:

– Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, başparmağım koptu?

Dostuna çok kızdı ve arkadaşını zindana attırdı. Bir sene sonra, kral uzak bir bölgede birkaç adamıyla avlanıyordu.  Avlandıkları bölgede yamyamların kabilesi vardı. Kralı ve adamlarını yakalayıp ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Köyün meydanındaki direğe bağladılar, yakmak için odun yığdılar. Bu esnada kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, uzuvlarından biri eksik olan insanı yediklerinde başlarına kötü olaylar geleceğini düşündüklerinden yemiyordu. Bu nedenle, kralı serbest bıraktılar. Diğer adamları ise yakıp yediler. Kral sarayına döndüğünde, kopuk parmağı sayesinde kurtulduğunu anladı. Dostu haklı çıkmıştı. Hemen pişmanlıkla dostunu kapattığı zindana koştu. Dostunu zindandan çıkardı ve başından geçenleri anlattı.

– Haklıymışsın dostum! Parmağımın kopmasında bile bir hayır varmış. Seni zindana attığım için özür diliyorum. Yaptığım haksızca ve kötü bir şeydi.

– Hayır, beni zindana atmanızda da bir hayır var.

– Delirdin mi? Seni bir sene boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir.

– Düşünsene, zindanda olmayıp da seninle birlikte avda olsaydım ne olacaktı… 

 

Hayat akarken, iyi ve kötü birçok olay gelir başınıza, hayat o an göstermese de hayrını, gelse de başınıza türlü türlü sıkıntılar sonra anlarsınız ki her şeyde bunda da bir hayır vardır.

FAKİR KÖY HİKAYESİ

Zengin bir baba küçük oğlunu insanların ne kadar fakir olabileceğini göstermek için bir köye götürdü. Çok fakir bir aile, çiftliğinde baba ve oğlunu bir gün boyunca ağırladı.

Yolculuktan dönerlerken baba oğluna sordu;

– İnsanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?

– Evet! Gördüm baba

– Ne öğrendin peki? Anlat bakalım.

Oğlu cevap verdi;

– Bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar.

Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı. Oğlu devam etti;

– Ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için teşekkür ederim baba!

 

Hayatakarken, zenginlikte fakirlikte bizim hayata bakış açımızdadır.

HAYAT DERSİ

Öğretmen mezun olmak üzere olan öğrencilerine okulun son günü son bir ders daha vermek için tahtaya geçiyor. Tahtaya kocaman (1) bir rakamı çiziyor.

– Bu bir rakamı sizin kişiliğinizdir. Uzun emekleriniz, çalışmalarınız sonunda bugün mezun olmayı başardınız.

Sonra (1) birin yanına bir (0) sıfır koyuyor:

– Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1) biri (10) on yapar.

Bir (0) sıfır daha koyuyor:

– Bu, sıfır da okul sonrasında yıllar içinde oluşacak tecrübedir. (10) on iken (100) yüz olursunuz. Hayatın akışında yetenek, disiplin, sevgi, saygı… Sıfırlar eklenip böyle uzayıp gider: Eklenen her yeni (0) sıfır kişiliğinizi (10) on kat zenginleştirir.

Öğretmen sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1) biri siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor ve öğretmen dersin son sözünü söylüyor:

– Kişiliğiniz yoksa veya kişiliğinizden ödün vermişseniz sahip olduğunuz tüm özelliklerin bir anlamı kalmaz.

KISA GÜZEL SÖZLER

Anlaşılmak gibi bir derdimiz vardı. Ne zaman ki kendimizi anlatamadığımızı Fark ettik. İşte o vakit susmalar Dostumuz oldu.

Tek kelime miktarı, tek duygu yaşantıları, tek bir insan SENİ ortaya çıkabilir. Konfüçyus

Hikaye bu ya hayatı boyunca mutlu olmadığını fark eden bir adam, artık mutlu olmak istiyorum demiş ve mutluluğu aramaya koyulmuş. Ne yaptıysa da mutluluğu yakalayamamış. Kimden yardım istesem diye düşünürken, uzak bir diyarda, zengin bir bilgeyi önermişler. Bu bilge aklı, bilgisi ve malı ile ün salmış birisiymiş. Kim yardımına gelse sorularına cevap verip derdine derman bulmadan geri göndermezmiş.

Bu bilgeden yardım istemeye, mutluluğun sırrı nedir diye sormaya karar vermiş. Uzun bir yolculuktan sonra bilgeyi bulmuş, ancak kapısında derdine derman arayanlardan oluşan çok uzun bir kuyruk varmış. Bilgenin gerçekten sorusuna doğru cevap vereceğine inanmış, beklemeye başlamış.

Sonunda sıra ona da gelmiş ve bilgeye mutluluğu nasıl yakalarım diye sormuş. Bilge bu soruyu cevaplarsa sıradaki diğer insanların beklemekten sıkılacağını düşünmüş, adamlarından bir kaşık istemiş ve içine iki damla yağ damlatmış sonra demiş ki:

– Sarayımın her yerini gez ve sonra tekrar gel ama sarayımı gezerken yağı dökmeden bu kaşığı ağzında taşıyacaksın.

Adam sorusuna hemen cevap alamadığı için biraz şaşkın tamam demiş, sarayı gezmiş gelmiş bilge bakmış yağ hala kaşıkta, demiş ki:

– Aferin yağı dökmemişsin güzel, peki sarayımın güzelliklerini anlat bakalım, sarayımda neler gördün.

Adam yağı dökmeyeceğim diye uğraşmaktan pek dikkat edememiş, bir şey diyememiş. Sonra bilge:

– Olmadı, yağı dökmeden, kaşığı tekrar ağzında taşı, bu sefer sarayımdaki güzelliklere dikkat et, sonra tekrar gel.

Adam ne yapalım diyip tekrar kabul etmiş. Her yeri gezmiş, bu sefer sarayın güzelliklerinden çok etkilenmiş. Sonra ağzında kaşıkla gene bilgenin yanına gelmiş. Bilge sormuş:

– Sarayımın güzellikleri gördün mü, anlat bakalım.

Adam bu sefer hayran kaldığı güzellikleri anlatırken bilge onun sözünü kesmiş ve demiş ki:

– Güzel, peki ama yağ nerede?

Adam sarayı hayran hayran dolaşırken yağı tamamen unutmuş, utana sıkıla bilgeye demiş ki:

– Şey… yağı dökmüşüm.

Bilge bizimkine anlamlı bir bakış atmış ve demiş ki:

– Mutlu olmak için hayatın bütün güzelliklerini yaşamak, tadını çıkarmak ve hayatın getirdiği sorumluluklara, kaşıktaki yağ gibi sahip çıkmak gerekir.

Adam mutluluğun sırrına ulaştığı için sevinmiş, bilgeye teşekkür etmiş ve bilgenin huzurundan ayrılmış.

 

Hayat Akarken, iş yerinde başarılı olmak ama hayatın sadece işten ibaret olmadığını bilmek, sevdiklerinle gülüp oynamak vakit geçirmek ama geçim sorumluluğunu ihmal etmemek. Mutlu insan, daha nice güzellikler ve sorumluluklar içinde hayat cambazı olarak dengeyi bulandır. 

Cehalet, bilgi karşısında her zaman daha güçlüdür. Çünkü cehalet kabadır. Bilgi, nazik.

Kötülük, iyilik karşısında daha güçlüdür.

Kötülük, kaçınılmaz olarak gücü içerir.

Gücü içermediği takdirde kötülük, aciz bir fesatlıktan başka bir şey değildir.

Sonuç olarak; kötü insan, iyi insandan daha güçlüdür. Uygarlık tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Cahil insanın sesi, bilge insandan daha çok ve daha yüksek çıkar. Cahilin sözü bilgeninkinden daha çok duyulur.

Cahil insanbilge insana hakim olduğunda felaket ve adaletsizlik kaçınılmaz olur.  

Ama Kötülük ve iyiliğin, cahillik ve bilgeliğin, karanlık ve aydınlığın, siyah ve beyazın mücadelesi her zaman devam eder.

Hayat akarken, iyilik ve kötülük hikayesi hep olacak. İyi mi – kötü mü olacağımıza, bilgeliğin mi – cahilliğin mi peşinden gideceğimize karar vermek ise bizim seçimimiz.

Bir zamanlar zengin ama mutsuz bir kral varmış. Mutlu olmak için ne kadar uğraşsa da mutlu olamıyormuş.

Ülkenin en bilge kişisini huzuruna çağırtıp nasıl mutlu olabilirim diye sormuş. Bilge:

– Kralım, mutsuzluktan kurtulmak istiyorsanız; mutlu bir adam bulup onun gömleğini giymeniz gerekir.

Kral adamlarına emir vermiş; bu mutlu adamı bulun diye, ülkede aranmadık yer bırakmamışlar. Fakat mutlu birine rastlayamamışlar. Kimileri eşinden, kimileri yoksulluktan, kimileri de hayırsız çocuğundan yakınıyormuş.  En sonunda çaresizlik içinde saraya dönüş yolunda, kırık dökük bir evin önünden geçerken içeriden birinin şöyle dua ettiğini duymuşlar:

– Tanrım, sana şükürler olsun. Sağlığım yerinde, karnım bugün de doydu, bugüne kadar rızkımı eksik etmedin. Ben mutlu olmayayım da kim mutlu olsun?

Sonunda mutlu birini bulduk diye kralın adamları hemen evin içine dalmışlar. Adamın gömleğini alıp krala götürelim diye düşünmüşler. Fakat içeri girince bir de ne görsünler, adamın sırtında bir gömlek bile yokmuş.

 

Hayat akarken insan mutluluğu arar durur. Sahip oldukları ne kadar çok olursa olsun hep daha fazlasını isteyen, sahip olduklarıyla yetinmeyen kendini mutlu hissedemez. Mutluluğu kendi içinde arayan ve kendinden memnun olup haline şükreden mutluluğu bulacaktır. 

Küçük kızın babası özgürlüklerin kısıtlı olduğu bir ülkede en ağır siyasi cezaların verildiği bir hapishane de mahkumdu. Her hafta sonu annesiyle birlikte babasını ziyaret için hapishaneye giderdi.

Bir ziyaretinde babasına vermek için özenerek bir resim yaptı ve yanında götürdü. Fakat kontrol esnasında yaptığı resim hapishane kurallarına göre uygun bulunmadı. Çünkü resimde çizdiği kuşların özgürlüğü temsil ettiğini düşünüyorlardı. Hapishanede özgürlük gibi düşüncelere yer yoktu. Bunun üzerine küçük kızın resmini oracıkta yırtmışlardı. Çok üzgün bir şekilde görüşmede babasına resim yaptığını ama izin vermediklerini söyledi. Babası da;

– Üzülme kızım, başka bir resim yaparsın. Bu sefer resminde çizdiklerine dikkat edersin, olur mu?

Küçük kız bir sonraki ziyaretinde babasına yeni bir resim yapıp götürdü. Bu sefer resimde kuşlar yoktu. Bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti. Bu sefer izin vermişlerdi. Babası resme keyifle baktı ve sordu:

– Hmmm! Ne güzel bir ağaç çizmişsin! Ağacın üzerindeki benekler ne? Elma mı bunlar?

Küçük kız babasına eğilerek, sessizce:

– Hşşşşt! O benekler elma değil, ağacın içinde saklanan kuşların gözleri!..

 

Hayat akarken özgürlükleriniz sadece hapishanede değil günlük yaşamınızda da yasaklarla kısıtlanabilir. İnsanların davranışları, en doğal insan hakları yasaklanabilir. Ama zihinleriniz, düşünceleriniz hapsedilemez. Onun içindir ki ilginçtir bir çok yazar, şair en güzel eserlerini fikirleri, düşünceleri nedeniyle mahkum edildikleri hapishanede yazmışlardır.

Bir varmış, bir yokmuş… Allah’ın kulu çokmuş. Üç hırsız varmış. Memlekette ne kadar kasa var, soyarlarmış. Bu adamlar, hırsızlar staj görmüş. Bunlar İsviçre’de, Amerika’da yankesicilik üzerine çalışmışlar. Bir müddet burada çalışmışlar. Bu şehre gelmişler. Bu şehrin bütün kasalarını soymuşlar. Kasabalı şikayet için padişaha gitmiş. Padişaha demişler ki:

“Padişahım, senin vezirin yok mu? Senin polisin, kanunun yok mu? Hep evler yanıyor. Bizim halimiz ne olacak? Devletin kasalarında, hazinelerinde hiç para kalmadı. Neden emir verip de buldurmuyorsun?”

“Allah Allah…”

Padişah, hanım sultanın yanına geliyor. Hanımına diyor ki:

“Hanım Sultan, bugün üç-beş tane zengin geldi. Şikayette bulundu. Filan zengin adamın kasası yarılıyormuş. Bu böylece gidiyormuş. Biz ne yapacağız?”

“Padişahım, ben bunu nasıl diyeyim? Sen emredeceksin, kolun uzun. Koca Türkiye’de bir şey bulunamadı mı? Emir ver, bulsunlar. Jandarman var, yardımcın var, arasınlar, bulsunlar.”

“O da doğru ya. Bak, laf çıkmasın. Kimseye bahsetme. Ben bugün şehri gezeceğim.”

“Nasıl gezeceksin?”

“Bayağı gezeceğim. Bana filan kapıcının elbisesini getir. Onu giyip seyahate çıkacağım.”

Padişaha o elbiseyi getiriyorlar. Padişah giyiyor. O şehrin bir başından başlıyor, geze geze bir harabenin yanına çıkıyor. İçeriden ses geliyor. Üç kişi konuşuyor birbirleriyle. Hırsız başı soruyor:

“Sen ne iş yaptın? Madem filan kasabada üç yıl çalışmışsın…”

“Benim sanatım; gece gördüğümü gündüz tanırım, gündüz gördüğümü gece tanırım.”

“Senin sanatın ne?”

“Ben de köpeğin dilinden anlarım. Bir adam öldü mü, o adamın ne ettiğini köpeğin dilinden bilirim.”

Ötekiler esas hırsıza soruyorlar:

“Senin sanatın ne?”

“Benim sanatım; vardığım kasa açılır. İsterse kasa dokuz kapı arkasında olsun. Yalnız size bir cevabım var.”

“Eee…”

“Böyle bir yere girdiğinizde, eski yeşilli köylerin nakışlı şeyleri olur, onları almayacaksınız. Madem arkadaş olacağız, bunu yapacaksınız.”

Bu sefer padişah çıkıyor. Hırsızlara diyor ki:

“Arkadaş, ne tatlı konuşuyorsunuz? Yav, beni de yanınıza alın.” Baksalar ki silli, süfilli bir adam.

“Ne var? Derdin ne? Ne arıyorsun buralarda?”

“Valla, sizin konuştuğunuz hoşuma gitti. Kaç gündür hapisteyim. Çoluğum çocuğum açlıktan döküldü. Kendimin de bir düzeni kalmadı. Hadi bana bir yardımcı olun.”

“Bizim sanatımız var, senin sanatın var mı?”

“Benim bir hünerim var. Ben asılan adamı darağacından indiririm.” Esas hırsız diyor ki:

“Senin sanatın bizimkinden de iyiymiş. Başımız sıkıya geldiğinde bizi kurtarabilir misin?”

“Madem dördümüz arkadaş olacağız, tabii sizi kurtarırım.” Böyle olunca hırsızlardan biri diyor ki:

“Bugün hazineyi yaracağız.” Esas hırsız diyor ki:

“Hazineyi yaracağız da bu devlet ne yapacak?”

“Yav, devletin parası mı yok? Devlet hazineyi doldurur.” Padişah da diyor ki:

“Yav, bu işi elimize bulaştırdıktan sonra ne olur? Ya insanlık hali bir kazaya tutuluruz. Gidip hazineyi kurutalım.”

Bunlar hazırlanıyorlar. Dördü de yola çıkıyorlar. Saraya varıp hazineyi açıyorlar. Bakıyorlar ki o günün parası mücevher, altın… Neyse, orada parayı ölçüyorlar. Esas hırsız diyor ki:

“Bir ölçekte ne kadar para var?”

“Ne yapacaksın? Doldurup gidelim.”

“Hayır, olmaz. Madem biliyorsun, bunu da bil öyle.”

Onların, devletin hususi para torbası olurmuş. Hazineden sekiz torba para çıkmış. Padişahla hırsızın biri demişler ki:

“Haydi paraları alıp götürelim.”

Esas hırsızla köpeğin dilinden anlayan demişler ki:

“Gelin hazinedeki paraların tamamını almayalım. Yarısını alalım, yarısını da bir dahaki sefere alırız.”

“Tamam, senin dediğin olsun.”

Paraları ölçüyorlar. Dört kişiler ya, dört torba alıyorlar. Şöyle dördünü ayırıp hazineye koyuyorlar. Sonra kapıyı kilitliyorlar. Nöbetçinin haberi yok, bir şey yok. “Bir müddet bu para bize yeter,” diyorlar. Esas hırsız, “Yalnız parayı harcayalım ama devlet adamı kurnaz olur. İşaret olan parayı asla ortaya çıkarmayalım. İçinde böyle işaretli paralar olur. Kimde olursa bulurlar,” der.

Bunlar paraları alıyorlar, birbirinden ayrılıyorlar. “Biz bir daha nerede buluşacağız?” diye birbirlerine soruyorlar. Bulundukları yerde buluşmaya karar veriyorlar. Padişah isimlerini de alıyor. Hani onların haberi yok ya. Padişah da payına düşeni alıyor. Saraya dönüyor. Hanım sultanın yanına varıyor. Hanımı padişaha sorar:

“Padişahım, iş yapabildin mi?”

“Hey hanım! Bu devleti soyan hırsızlardan kimsenin haberi olmadı. Ama ben buldum.”

“Nasıl buldun?”

“Filan harabenin önüne vardım. Bunlar konuşurken dinledim. Ben de vardım, onlara katılmak istediğimi bildirdim. Onlar da kabul ettiler. Hazineyi yardık. Hazinede sekiz torba altın varmış. Dördünü oraya koyduk, hırsız razı olmadı, hazineyi boşalttırmadı. ‘Ben hepsini alalım,’ dedim, hırsızı razı edemedik. Anlamak için hırsızın dediğine razı olduk. Torbayı getirdim. İşte altın burada.”

“Padişahım, çok tetiksin.”

“Tabii ki sen padişah karısı olarak bu hırsız bulunacak dedin de ben padişah olarak bulmam mı?”

Padişah ile karısı kapıcılara geliyorlar. Sabahtan padişah diyor ki: “Büyük veziri çağırın. Küçük veziri de çağırın. Ortanca vezir de gelsin.” Vezirler gelir. Padişah vezirlere der ki:

“Vezir, ben bugün bir düş gördüm.”

“Hayrola padişahım.”

“Bizim hazineyi rüyamda yardılar.”

“Aman padişahım! Nasıl olur, nasıl yararlar? Hazinenin kapısını nasıl açacaklar?”

“Bilmem, hayalimde böyle gördüm. Gidin bir bakıp yoklayın. Hazineye gidip hiç baktınız mı? Hazinenin müdürü nerede?”

“Filan yerde.”

“Çağırın gelsin. Yardımcısı kimse o da gelsin.”

Vezirler gidip hazineye bakıyorlar. Sahiden de hazine yarılmış. Hemen biri kopup geliyor, varıyor. Padişaha diyor ki:

“Aman padişahım, hazineyi yarmışlar. Hiçbir şey kalmamış.”

“Hazineyi yarmak mesele. Bu iş nasıl olur yav?”

O dört torba hazinede kaldı ya! Kalanı da onlar bölüşüyorlar. Padişah bütün halkı topluyor. “Bu para bulunacak. Yoksa bu memleketi kaldırırım,” diyor. Padişah paraları çalanı biliyor ya. Padişah vezirlerine diyor ki:

“Filan mağarada ben bir yandan gelirken üç kişi gördüm. Orayı yokladınız mı?”

Vezirler, padişahın söylediği yere hemen asker gönderiyor. Varsalar, baksalar ki

üç kişi. Onlara derler ki:

“Ey hemşehrilerim! Dünya çalkanıyor, siz burada nasıl duruyorsunuz? Tellal çağırıyor, memlekette hiç kimse kalmayacak, padişahın huzuruna gelecek diye. Hazineyi yarmışlar.”

“Git baba! Bizim vaziyetimizi görüyorsun. Hazineyi yaracak halimiz mi var?”

“Yok arkadaş, olmaz. Sizi de götüreceğiz. Kasabanın halkı hep sarayda da siz nasıl duruyorsunuz burada. Haydi gidelim.”

Hırsızlar birbirine bakışıyorlar. Üçü de padişahın huzuruna varıyorlar. Padişah hırsızlara diyor ki:

“Siz neredeydiniz? Niye gelmediniz? Emir verdim. Siz emre itaat etmez misiniz?”

“Nasıl olur devletlüm? Nasıl emrine uymayız? Fakat biz fakirleştik. Orada yatıp kalkıyorduk. Bizim kimseyle ilgimiz yok.”

“İyi, geçin şöyle.”

Hırsızlardan birisi gece gördüğümü gündüz tanırım, gündüz gördüğümü gece tanırım diyen padişahı tanır. Doğru padişahın yanına varır. Padişaha der ki:

“Evet, parayı çalan biziz, kasayı yaran da biziz. Sen bizim arkadaşımızsın. Sen de bizimle beraberdin, devletlüm.”

“Ne? Lan bu ne konuşuyor? Bu kafayı üşütmüş, hele şunu biraz gezdirin.”

“Hayır padişahım. Biz dört kişiydik: Biri sen, diğerleri biziz. Sen de bizim arkadaşımızsın.”

Halk “Padişah bunlarla işi olur mu? Vaziyetine bak, haline bak,” diyerek hırsızın söylediklerine inanmıyorlar. Padişah masanın üzerine çıkıp halka nutuk veriyor:

“Ey Türkiye’nin adamları! İyi dinleyin. Ben nasihat vereceğim. Bakın şu arkadaşınız bana ‘Siz bizim arkadaşımızsınız. Biz dört kişiyiz. Kasayı yaran biziz.’ diye ilan ediyor. Siz nasıl kanaat ediyorsunuz?”

“Padişahım, bunlar korkusundan böyle söylüyorlar. ‘Acaba bize bir yararı dokunup bizi kurtarır mı?’ diye sana boyun büküyorlar.”

“Bu adamın söyledikleri gerçek mi, yalan mı? Bunu bir daha gezdirin, getirin.” Adamı gezdiriyorlar. Tekrar geri getiriyorlar. Hırsız padişaha der ki:

“Hayır padişahım! Lafımdan dönmem. Ben gece gördüğümü gündüz tanırım, gündüz gördüğümü gece tanırım.”

Baş hırsız padişaha der ki:

“Ben çok okudum. Bu hüneri alana kadar yedi yıl, yedi sene emek verdim. Kasayı açan benim, yardımcılarım bunlar. Padişahım, saklama.”

Halk korkuyor. Darağacı yağlanıp hazırlanmış. Herkes “Ya bana hırsız derlerse asılırım,” korkusuyla dinliyorlar. Padişah diyor ki:

“Bak, bu arkadaşın dediği doğru. Hazineden ne aldınız?” “Dört torba altın aldık. Dört kişi birer torba götürdü.”

“Doğru söylüyor. Ben ‘Hazinedeki bütün paraları götürelim’ dedim ancak bu gördüğünüz kasayı açan adam razı olmadı. ‘Hazine boşanmaz,’ dedi. Sekiz torbanın dördü hazinede kaldı, dördünü götürdük. Hanım Sultan, büyük vezire söyle, o torbayı getirsin.”

Vezir gidip torbayı getiriyor ki “Amanın, hakikaten o adam doğru söylüyormuş, hakikati biliyormuş,” diyor halk. Biliyor musun? Padişahın aldığı torba getiriliyor. Hırsız diyor ki; “Ben torbadan az bir şey yedim. Gidip getirelim.”

Ötekiler de aynısını söylüyor. Yalnız birisi hazineden aldığı paranın çoğunu yemiş. Herkes parayı getiriyor. Fakat sekiz torbadan dördü eksik. Padişah vezirine soruyor:

“Hani ya burada dört torba etti. Ya öteki dört torba nerede? Bak, bunlar açıkça söylediler. Ben de ortak oldum. Dört torba geldi. Diğer torbalar nerede?”

“İşte padişahım, bilmiyoruz.”

Bunlar korkusundan saklıyorlar. Padişah halkına tekrar sesleniyor:

“Ey millet! Bu Türkiye doymaz. Türkiye’nin hırsızı tükenmez. Bunlar esas hırsız. Ama siz gizli hırsızsınız. Dört torba buraya gelecek. Bunlara ortak olan benim, hazineyi yardıran da benim. Asıl hırsız sizsiniz. Hazine yarıldı diye fırsat buldunuz, dört torbayı üleşiniz. Sen, sen, sen, hazırlanın bakalım. Başınız darağacına…”

Padişah esas hırsıza der ki:

“Sen hırsız değilsin. Sen tam devlet adamısın. Sen benim yerime bak, padişahsın.”

“Nasıl olur padişahım? Senin cübbeni ben giyemem.”

“Giyeceğin zaman var.”

Diğer hırsızlara dönerek der ki:

“Sen büyük vezirin yerinesin, sen de küçük vezirin yerinesin. Bu Türkiye’yi yönetecek, düzeltecek sizsiniz. Başımıza bir iş geldiğinde diğer devletlerin hazinelerini buraya getirir, yığarsınız. Bize zarar gelmez. Bu devlet zenginleşir.”

Padişah, hırsızın kafasına tacı giydiriyor. Halka tekrar nasihatte bulunuyor:

“Bakın, bu tacı bu adam idare edecek. Bunların emrindesiniz. Eski vezirleri, yardımcıları asın. Türkiye bundan ibret alsın. Bir hırsız hazineyi boşaltmayı istemiyor. Hırsız ‘Sekiz torbanın dördünü alalım, dördü hazinede kalsın. Padişahın başına bir iş gelirse ne verecek, ne yapacak? Milletimiz aç kalır,’ dedi. Biri köpeğin dilinden anlıyor, biri de gece gördüğünü gündüz tanır, gündüz gördüğünü gece tanır. Bak, geldi, karşıma dikildi. Siz niye böyle gelip karşıma dikilmiyorsunuz.”

Ondan sonra padişah bunları başa geçiriyor. Hırsızlar kimsenin hakkını kimseye yedirmiyorlar.

Yiyip içip muradına eriyorlar.

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zamân içinde kalbur samân içinde memleketin birinde bir padişah varmış. Padişah bir gün memleket turuna çıkmış. Yolda giderken bir mezarlığa denk gelmiş. Mezarlıkta bir adam varmış ve o çöpü kırar ona ekler, öteki çöpü kırar ötekine eklermiş. Bu durum padişahın dikkatini çekmiş. Padişah adama selam vermiş, adam selamı almamış. Tekrar selam vermiş yine selamını almamış. Üçüncü kez de selam vermiş ve adam dönüp bakıp:

“ Aleykümselam.”demiş. Padişah:

“Hayrola ya arkadaş. Nedir bu dalgınlığın, telaşın? Ne yapıyorsun ? Neyle uğraşıyorsun?” demiş.

Adam:

“Çöp çatıyorum.”demiş. Padişah:

“Benim kızı kime çattın?” diye sormuş. Adam:

“Falan dağın başındaki bir yörük çadırında oturan yörüğün oğluna çattım.” demiş.

Padişah telaşlanmış:

“Yapma, etme!” diye geri almasını istemiş. Adam:

“Çok geç artık. Çattım bile ben.” demiş. Çöp çatılınca bu işin olacağı kesinleşmiş. Padişah emretmiş:

“Falan dağın başındaki falanca Yörüğün beşikteki oğlunu öldürün.”

Padişah adamları hemen yola çıkmışlar. Padişahın dediği çocuğu bulmuşlar. Beşikteki çocuğu yaralamış, berelemişler, sırtına da bir bıçak saplamışlar. Bir değirmenin arığına atmışlar. Değirmen arığının suyuyla çocuk yuvarlanmış gelmiş ve değirmenin obanına tıkanmış. Değirmenci de tahıl öğütüyormuş. Çocuk düştüğü sırada şakır şukur her taraf su olmuş.

Değirmenci:

“Ooo her taraf yine su oldu. Herhalde yine tosbağa girdi suyun içine. O da yuvarlandı geldi. Çıkıp bir bakın bakalım.” demiş yanındaki çalışanlara.

Onlar da çıkıp bakmışlar ki; sırtı kamalı bir çocuk. Hemen çocuğu almışlar suyun içinden ve sırtındaki kamayı sökmüşler. Kamayı da değirmenin bir kenarına koymuşlar. Yarasını iyileştirmişler. Çocuğun yüzünde bir iz kalmış. Değirmencinin de çocuğu olmadığı için adam çok sevinmiş. Çocuğu alıp büyütmüşler. Oğlan ergenlik çağına gelmiş, yakışıklı bir delikanlı olmuş; ama yüzündeki iz hiç iyileşmemiş. Bizim padişah o dönemde yine gezmeye çıkmış. Gezerken değirmene uğramış. Değirmenciden su istemişler.

Değirmenci de çocuğa seslenmiş:

“Oğlum, gelen misafirlerimize su getir.” demiş.

Çocuk suyu getirmiş ve içmişler. Bunlar tekrar yola koyulmuşlar.

Padişahın adamlarından birisi çocuğun yüzündeki izi fark etmiş.

Padişaha:

“Padişahım, sen bu çocuğu hiç tanıdın mı?” demiş. Padişah “tanıyamadım” demiş.

Padişahın adamı:

“Bu çocuk falan dağın başındaki yörüğün çocuğu. Bizim öldürmek için suya attığımız çocuk.” demiş.

Bunun üzerine tekrar geriye dönmüşler. Değirmenciyi sıkıştırmışlar. Değirmenci hakikati anlatmış onlara. Padişah ve adamları çocuğu alıp götürecek olmuş; ama değirmenci bırakmak istememiş. Zaten çocuğu olmayan değirmenci onu evlat edinip büyütmüş. Ayrılmak istememiş. Padişah değirmenciyi dinlememiş ve çocuğu alıp götürmüş. Çocuğun cebine bir kağıt yazmış ve çocuğu saraya göndermiş. Kağıtta “ben turneden dönünceye kadar bunun kafası cellatlar tarafından uçacak.” yazıyormuş. Yörük oğlunun okuması yazması yokmuş. Çocuk kağıdı cebine katmış ve gitmiş padişahının sarayına. Yaklaştığında çok yorulmuş. Bir ağacın gölgesine uzanmış ve biraz dinlendikten sonra kağıdı kişilere verip emri yerine getirmeyi düşünmüş. Çocuk kağıdın cellada gittiğini bilmiyormuş. Padişahın kızı da gezintiye çıkmışmış. Gezerken ağacın dibinde dünya güzeli gibi bir gencin yattığını görmüş. Padişahın kızı genç delikanlıdan çok etkilenmiş. Çocuğu izlemeye başlamış. İzlerken fark etmiş ki çocuğun ceketinin cebi açılmış. Ceketin cebinde beyaz bir kağıt varmış. Padişah kızı bu kağıdı merak etmiş. Oğlanı uyandırmadan kağıdı oğlanın cebinden almış ve okumuş. Kağıtta, “ben turneden dönünceye kadar bunun kafası cellatlar tarafından uçacak.” yazdığını görmüş ve dayanamayarak kağıdı yırtmış atmış. Kız oğlana çoktan aşık olmuş. Kız başka bir kağıda “ben gelinceye kadar benim kızla bu oğlan derhal evlendirilecek, düğünü yapılacak.” yazmış ve babasının da mührünü basıp yine oğlanı uyandırmadan ceketinin cebine koymuş. Oğlanın tabi bir şeyden haberi yok. Bir süre uyuduktan sonra uyanmış, saraya varmış, kağıdı vereceği kişiye vermiş. Kağıdı okumuşlar, kağıtta “ben gelinceye kadar benim kızla bu oğlan derhal evlendirilecek, düğünü her bir şeyi yapılacak.” yazdığını görmüşler. Hemen düğün, dernek hazırlıkları yapılmış. Düğün yapılmış. Padişah gelmeden padişahın kızıyla yörük oğlu evlenmiş. Padişahın kızı hamile kalmış, bir tane de oğlan çocukları olmuş. Aylar sonra padişah gezisinden geri geliyor diye haberi gelmiş. Kız bir taraftan oğlan bir taraftan çocuğun kolundan tutmuşlar herkesle birlikte karşılamaya gitmişler. Padişah karşıdan gelirken bir bakmış ki kızı bir yanda yörük oğlu diğer yanda. Yörük oğlu öldürülmekten kurtulmakla kalmamış bir padişahın kızıyla evlenmiş hem de çocukları olmuş. tas tamam karşılarında onu bekliyorlarmış.

Padişah: “Eyvah, ben hata yaptım. Kızım evlenmiş. Ölmemiş bu Yörük oğlu” demiş.

Allah’tan af dilemiş. Kaderin önüne geçilemeyeceğini anlamış. Torununa kendi sırtındaki abasını bundan sonra padişahlık sana devroldu diye giydirmiş. Kızını ne kadar uğraşsa da yörük oğlundan ayıramamış. Yörük oğlu padişahın damadı olmuş. Şimdi gül gibi geçinip dururlarmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

Eski zamanlarda Esen adlı bir yiğit varmış. O cömertlikte Hatam Tay kadar varmış. Bir şeye muhtaç olup kapısına gelen adamı boş çevirmezmiş. Onun için de onun adını Esen Sahı koymuşlar. O bir gün kendi kazandığı zenginliğinin de, babasından miras kalan zenginliğinin de sonuna varmış. Tam o gün de bir fukara adam gelip:

— Esen can, gayret edip, bir çuval buğday vermesen, çocuklarım beşik çağına da yetişemeden mahvolacak — demiş. Esen karısına:

— Ambardaki iki çuval buğdayın birini bu fakire ver. Kendin de dolanıp gelene kadar, bir çuval ile geçinip gidersin — diyerek, kendi komşu yurda ticarete gitmenin kaygısını etmeye başlamış. Bir yerden iki tane yaşlı deve alıp, yol hazırlığını yapmış. O köyde bizim Handurdı bayımız gibi kötü niyetli bir bey de var imiş. O da kervan kurup, Esen Sahı‘nın gideceği yurda uğramışmış. Esen:

— Yalnızlık Allah‘a mahsus derler. İyi olsaydı. Ben de sizinle gideyim — diyerek, zenginin kervanına katılıp gidivermiş. Bunlar kâh yürüyüp, kâh konuklayıp, yolun yarısını geçtiklerinde, Esen Sahı‘nın ayağı bir çukura girip, paldır küldür düşmüş. O aksayıp kalmış, düştüğü çukura bakar ki, içi altınlı büyük bir kap duruyormuş. Esen Sahı kabı yaşlı develerinin birine yükleyivermiş.

Bunlar bu gidişlerinde oturduklarına, gidecekleri şehre varıp, bir kervansarayda konaklamışlar. ―Varlıklının pazarı yanında‖ dedikleri gibi. Esen Sahı‘nın gönlünün istediği malları şu yurdun tüccarları onun önüne getiriveriyormuş. Deminki zengin ise, mal almak için, günlerini pazardan pazara dolanarak geçiriyormuş. Baykuşun rıskı gibi, lazım olan şeyi önüne gelip duran Esen Sahı‘yı gördüğünde, onun içi tutuşup yanıyormuş.

İşte bir gün zengin yükünü getirip, on bir deveyi yola koymuş. İki tane yaşlı deve ile gelen Esen Sahı ise yirmi iki deveyi üstünü değerli mallar ile yola koymuş. Bunlar az gitmiş, uz gitmiş, Esen‘in kap bulduğu yerine gelip konaklamışlar. Karanlık düştüğü zaman, zengin işçilerini bir kenara çıkarıp:

— Esen‘in bunca zenginlik bulduğunu ikimizden başka bilen adam yok. Onu öldürelim. Köye gittiğimizde, yolda hastalanıp öldü deriz. Eğer söylediğimi yapmazsan, seni öldürürüm — demiş. İşçi:

— Böyle yapma, beyim, onsuz da senin mal mülkün yere göğe sığınmaz nihayetinde — diyerek yalvarmaya başlamış. Fakat bey onu korkutmuş. Esen‘in bir adama el vermeyeceğini bilen bey işçi ile peş peşe, uyuyan Esen‘in üstüne gitmiş. Ayak sesine uyanan Esen, ayın ışığında parıldayan bıçağı görüp, telaşlanmış. Yatanın üstüne kalkmış gelmesin dedikleri gibi. Hey uykunun arasında böğrüne ok uzayıp gelir de, telaşlanmaz mısın? Esen can havlı ile:

— Hey, kardeşler, ele güne zararsız birini öldürmekle ne fayda bulursunuz? İstediğiniz zenginlik ise, işte kervan. Hepsi sizin olsun. Beni öldürürseniz, izim kaybolur. Zaten yurduma sahip olacak gibi çocuğum da yoktu — demiş. Bay:

— Ey, ahmak, bizim kaygımız senin iznin kaybolması değil. Bırak bir kaybolmadan, on kaybolsun — demiş. Esen Sahı yalvarmak ile beyin yüreğini yumşatmanın olmayacağına göz kestirmiş:

— Tamam, öldürün beni. Fakat bir vasiyetim var, onu karıma ulaştırın.

— Söyle, vasiyetini.

— Karım hamileydi. Eğer oğlum olursa adına Dat, kızım olursa Bidat koysun.

Esen sözünü tamamladığı sırada, bıçak yüreğine saplanmış. Bey Esen‘i gömüp, onun zenginliğine sahip olmuş Köye gelip de Esen Sahı‘nın yolda vadesi doldu. Onu elimiz ile gömdük. O can vermeden önce, şöyle şöyle vasiyet etti demiş.

Dokuz ay, dokuz günü doldurup, Esen Sahı‘nın karısı ikiz çocuk doğurmuş. Onlardan biri oğul, biri kızmış. Kadın kocasının vasiyetini tutup, oğluna Dat, kızına Bidat diye ad vermiş. Garip yaşamak için gerekli az bu şeylerle çocuklarını on dört yaşına ulaştırmış. Günlerin birinde Dat kız kardeşi Bidat ile üzüm toplamaya gitmiş. Onlar evden yeni uzaklaştıklarında, bu yurdun padişahı askerleri ile köyün ortasını kesip geçen sokakta atla (sürerek) geçmiş ve, etrafı toz duman kaplamış. Bunu gören Esen Sahı‘nın karısı anne kuş gibi kanat çırpıp, Dat-u Bidat-u diyerek, çocuklarını peşine çağırmış. Onun sesini duyan şah, kadının kapısına gidip:

— Kimden sitem görmüş olsan, çabuk söyle. Benim tebaamda acize sitem eden adamın canı cehennemde olmalıdır demiş. Esen Sahı‘nın karısı başını eğip selam vermiş de, edep bilen:

— Destek olduğunuz için, tanrı sizi korusun, hükümdarım. Gölgenize zarar gelmesin. Bana hiç kimseden sitem gelmiyor — demiş.

— Niçin benden sır saklayacak oluyorsun? Dad-u bidat diyerek bağırdığınızı şimdi tam kendi kulağımla duydum sonunda. Kim zor kullanıyorsa, korkmadan da söyleyin. Ben bu yurdun padişahıyım.

Burada hiçbir sır yok, padişahım. Biraz önce çocuklarım üzüm toplamaya gittiler. Bir görsem, asker geçip, at ayağının tozundan yer gök toz tutuyor. Bu durumda çocuklarıma bir şey olmasın diye korku ile onları çağırdım. Dat benim oğlumun, Bidat olsa kızımın adı.

— Bu adlar kimdir birinden sitem gören adamın koyabileceği adlar. Benim asude yurdumda ona kim yüreğinde böyle istek kalır gibi sitem edebildi ki?

— Anlamadım, kocam filan yurttan gelirken, yolda hastalanıp ölmüş. O gittiğinde, ben hamileydim. Yoldaşlarının söylediğine göre, çocuklarıma şöyle ad koymayı o bana vasiyet etmiş.

Zeki şah:

— Onu gömüp, bu haberi getiren kim? O şimdi diri mi? — diyerek, bunu duyduğu zaman, gazaba gelmiş. O hemen bey ile işçiyi vura vura Esen Sahı‘nın kapısına getirmiş de:

— Bu evin sahibinin canına kast edilmiş. O biçare, günahsız yere arzulu ölmüş olduğunu elim günüm anlasın diyerek, çocuklarına Dat, Bidat diye adı vermeyi vasiyet etmiş. Siz düşüncesizler on dört yıldır bunu anlamayarak, ağzınızı açıp yürümüşsünüz. Onu elimiz ile gömdük diyen şu iki adam öldürmüş — diyerek, bey ile işçiye gözlerini açıp bir bakmış ve, işçi korkusundan pantolonuna bırakıverip, şahın önünde diz çökmüş:

— Bir avuç kanımdan yaz geçseniz, ona ne olduğunu ben anlatayım.

— Söyle, vazgeçmek uygun ise, senin kanından onun oğlu vazgeçer — diyerek, şah Dat‘ı göstermiş. İşçi:

— Onu kötü niyetli bey öldürdü. Bu insafsıza, senin dünyada yetişmeyecek hiçbir şey yok, bey ağa. Bu günahsızı insafın nasıl yetiyor? — diyerek, yalvardım fakat, o sesini çıkarırsa, önce seni öldürürüm. Benim kulum olduğunu aklından çıkarma diyerek, onun öldürülmesine beni de ortak etti — demiş. Şah Dat‘a:

— Ey, köşeğim (yavrucuğum), katilini buldum. Kalan iş seninle. İstediğini yapabilirsin — demiş. Babasının canına kast edildiğini anlayarak gözü dönen Dat aç aslan gibi olup, beyin üstüne fırlamış. Kılıcını havada bir kez dolandırıp saldığında, onun kafasını yere yuvarlamış. Dat‘ın cesur bedenini, kılıç vurşunu beğenen şah onu askar komtanı yapmış. Yalnız kızını da ona nikahlayıverip, kırk gün kırk gece toy vermiş.

EK-EDEBİYAT//EN İYİ AMATÖR EDEBİYAT SİTESİ